Kategoriler
Tavsiye Siteler
Son Yazılar
Son yorumlar
12 yıl önce tarafından yazıldı, 424 kez okundu ve hakkında yoruma kapatıldı.

Mükteseb Akıl

 

Mükteseb akıl, esasen akl-ı gariziye dayanan, bir taraftan ilim ve fen tahsili sayesinde, diğer taraftan hayattaki çeşitli görgü ve tecrübeler yardımıyla elde edilen bilgilerin neticesinden veya topluluğundan ibarettir. Gerçi, akl-ı garizisi tam olanlar içinde zekaca kuvvetli bulunanlar halk arasında seçkin ve üstün bir durum kazanabilirlerse de, bilgin ve tecrübeli bir kimsenin düşünce ve karar hususundaki isabeti ekseriyetle kendini gös terdiği inkar edilemez. Bir kişinin akl-ı garizisi doğuştan ne kadar yerinde ve zekası ne derecede yüksek olursa olsun, bilgi ve tecrübeden mahrum kalırsa, zaman geçtikçe ondaki akl-ı garizi adeta paslanmış ve çürümeye yüz tutmuş şeyler gibi kuvve-i asliyesini bile kaybedecek derecede yarım ve sönük kalmaya mahkumdur. Halbuki garizi akıl akl-ı mükteseb denilen bilgi ve tecrübe ile kuvvetlendirildiği taktirde işlendikçe parlar, artan bir feyiz ve inkişaf gösterir.

Biz burada gerek ilim ve tecrübe sahibi yaşlılara, gerek bilgi ve görgüsü az olduğu halde, doğuştan uyanık ve yüksek bir zekaya malik bulunan gençlere dair bazı örnekler göstereceğiz.
Eski hükemadan biri şöyle demiştir: “İhtiyarlar, hal ve tavırlarındaki ağırbaşlılıkla, kalın ve sağlam ağaca benzerler. Onlar gün görmüş, tecrübe hazinesi olmuşlardır. Attıkları ok eğri gitmez. (Yani düşüncelerinde vehim ve tereddüde kapılıp da kararlarında yanılmazlar.) Kendileriyle istişare eden (yani rey ve mütalaalarını soran) aldanmaz. Zira gördükleri bir çok ibretler sayesindedir ki, yanlış yola gidebilecek olanları hataya düş mekten korurlar. Güzel niyet görürler se onu desteklerler.

* Yine hükemadan biri şöyle demiş: “Yaşlı adamların görüşünden faydalanınız. Çünkü içlerinde zekası az olanlar bulunsa bile, yaşadıkları müddetçe gördükleri ve işittikleri ibret verici olaylar sayesinde bu noksanı telafi etmiş bulunurlar.”

Mensurü’l-Hikem (hikmet İncileri) adlı kitapta şu cümleler yazılıdır:

İhtiyarlayan kimsenin vücudu zayıf düşerse de, buna karşılık akıl ve tecrübesi kuvvetlenmiş olur. Yaşlanan kimse cahil de ‘olsa, zaman ona gençlerin henüz bilmediği bir takım şeyleri öğretmiş olur.

Hükemadan birisi, “Tecrübe iyi bir öğretmendir ve dünyada görülüp geçirilen güzel bir nasihatçıdır.” demiştir.

Büleğadan bir zat da şöyle demiştir: “Tecrübe aklın aynası, gurur cehaletin meyvesidir.”

Yine ariflerden biri de; “Geçmiş günler gelecekten haber vermeye ve aklı başında bir insan için, gördüğü tecrübeler ibret alınmaya kafidir.” diyor.

Şuaradan biri şu mealde bir beyit söylemiş:

“Fitrı ve garizi akıl, sahibinin bir zinetidir.

Lakin aklın tekemmül ve inkişafı uzun tecrübelere muhtaçtır” Diğer bir şair de şöyle der: “Bir kimse, akıl hastalığına uğramadan uzun bir ömür sürerse, her geçirdiği gün onun aklmı çoğaltmış olur.”

Bazı gençlerde ve hatta çocuklarda fıtratın müstesna bir tezahürü olmak üzere gayet kuvvetli zekaIara rastlanır ki, kendilerinden sadır olan sözler ve fikirler en görgülü ve tecrübeli insanları bile hayrette bırakacak derecede isabetli ve makuldür. Bunlardan bazı misaller verelim:

Tanınmış alim ve ediplerden Esmai adlı zat hikaye ediyor: “Nazar-ı dikkatimi çeken güzel yüzlü ve fasih sözlü bir çocuğa sordum: “Oğlum dedim, sen kendin ahmak olmak şartıyla yüz bin altın para sahibi olmayı arzu eder misin?” Hayır dedi. Niçin? diye sordum. Dedi ki, “Bir kimse beni aldatıp o parayı elimden alabilir, ben de ahmaklığımla kalmış olurum.”

Hz. Ömer, halifeliği zamanında bir gün sokaktan geçerken yol üzerinde birtakım çocuklara rastlamış. Çocuklar Hz. Ömer’i görünce hep birden kaçmışlar. İçlerinden yalnız Abdullah b. Zübeyr adlı çocuk kaçanlara uymayarak yerinde kalmış. Hz. Ömer, oğlum sen de arkadaşlarınla beraber neden kaçmadın diye sormuş?” Abdullah demiş ki: “Ey mü’minlerin halifesi, sizin şefkat ve adaletinizden şüphem yok ki korkayım da kaçayım; yol da dar değil ki size yol açmak için kenara çekileyim.”

Bir kimsenin haddizatında parlak ve uyanık olan akl-ı garizısi (doğuştan normal olan), yukarıda dediğimiz gibi, güzelce bir tahsil ve terbiye, uzunca bir görgü ve tecrübe ile beslenir ve kuvvetlenirse, öyle bir kimse tam manasıyla akl-ı kamil sahibi tabirine layık olur.

Bir kimse “akl-ı mükteseb”in mütemadiyen artması bir fazilet midir, değil midir? diye sorsa … Bu mesele hakkında hükemanın fikir ve mütaalaları birbirine zıd iki nazariye teşkil etmektedir. Bazıları, ifrat ile tefritin daima zararlı ve hatalı olduğunu, buna mukabil orta yolun tercih edilmesi gerektiğini göz önüne alarak bunu akıl için esaslı bir kaide kabul etmişlerdir. Ziyade akıl fazilet sayılmaz, zira fazilet, lüzumlu dereceden fazla veya eksik olmayan hal ve sıfatlardır. Ortalama dereceden az ve çok olan şeyler fazilet mertebesinden düşmüş olur, demişlerdir.

Filhakika, ifrat ve tefritten sakınıp her işin ve her şeyin vasat ve mutedil olanını ihtiyar etmek en doğru ve en makbu1 bir ha reket olduğundan, Büyük İskender adlı meşhur hükümdar, zamanının hükemasına şu tavsiyelerde bu1unmuşlardır: “Size her hususta itidalı tavsiye ederiz. Bir işte ifratla davranmak mez mum bir muamele olduğu gibi, icab-ı maslahata karşı noksan tedbir almak ve gevşek davranmak da acz eseridir.”

Akl-ı mükteseb hakkında bu nazariyeyi ileri sürenler, Aley hissalatü Vesselam Efendimizden rivayet edilen;

“Her şeyin hayırlısı lüzumundan ne az ne de çok olan, ortalama derecesidir.” 1 mealindeki hadis-i şerifi delil tutmuşlardır. Hz. Ali b. Ebu Talib’in şu sözleri de bu cümledendir: “Her işte beğenilecek taraf ortalama halden ibarettir. Bir milletin en hayırlı ve mesut efradı, ister zengin, ister fakir olsun, işinde gücünde dürüst ‘yoldan ayrılmayan kimselerdir,”

Şairin biri de şu şekilde itidali tavsiye ediyor: “Hiçbir işte ifrata kaçma ve hiç kimseye güç ve ağır teklifte bu1unma. Halk içinde daima orta halli kimselerden olmayı tercih et.”

“İtidal, teenni, hal ve gidişi iyi olmak, peygamberliğin yirmi’ dört cüz’ünden bir cüzdür.” 2

Akıl fazlalığının bir fazilet olduğunu kabul etmeyenler şu muhakemeyi de yürütüyorlar: Akıl fazlalığı, deha denilen müfrit bir hal alır ki, bu da ekseriyetle hayırdan ziyade şerre yarar. Hükemadan bazılarının şu sözleri de aklın fazlalığını mahzurlu görenlerin nazariyesini desteklemektedir: “İşinde gücünde doğru yolu gösterecek kadar akıl yeter.” “Az olup da kifayet eden şey, çok olup da zararı dokunandan daha hayırlıdır.”

Lakin, ziyade aklın bir mahzur değil, bir fazilet teşkil edeceğini kabul edenler, sözün doğrusu olarak diyorlar ki, “Evet, bu bir fazilet ve meziyettir. Çünkü akl-ı mükteseb için hudud yoktur ve olamaz.”

Bilindiği gibi insanda medh u senaya layık bir çok haller vardır ki, makul ve mutedil dereceyi aşınca, beğenilecek durumdan çıkıp ayıplanacak bir şekil almış olur. Mesela, şecaat sahibi kimsenin tehevvür derecesine varması, yahut cömert bir adamın ifrata varıp israf ve gayri meşru yollara sapması birer ayıp ve kusurdur. Fakat akl-ı mükteseb bu yolla bir ölçü ile muhakeme edilemez. Onun ilim ve tecrübe gibi iki mühim ve verimli kaynağı vardır ki, bu sayede insan bilmediği şeyleri öğrenmek ve yapacağı işleri dürüst ve etrafıı surette düşünüp kestirebilmek ve olacak şeyleri olmuş şeylere bakarak keşif ve tahmin etmek kudretini elde edebilir. Bu ise bir kimse için nakısa değil, ayn-ı fazilet olduğundan şüphe yoktur.

Ulema-yı müfessirin, Kur’ an-ı Azim’ deki “De ki herkes, kendi mizac ve meşrebine göre iş yapar.” 3

Ayet-i kerimesini, “Herkesin yaptığı iş aklının derecesine göredir.” diye tefsir etmişlerdir.

Şu halde, akıl fazlalığının Hak Teala katında da makbul ve mergub bir hassa olduğu tezahür ediyor.

Arapların şu mealde eski bir atasözü vardır: “Akıllılık vasfı bütün meziyetlerinden üstün olmayan kimse için en hayırlı şey ölümdür.”

Mensurü’l-Hikem (hikmet incileri) adlı kitapta şu cümle yazılıdır: “Her şey çoğaldıkça ucuzlar, akıl çoğaldıkça kıymeti artar.”

Büleğadan biri şöyle demiştir: “Akıl insanı doğru yola sevkeder, tecrübe ise ona klavuzluk eder. Aklı başında olan kimsenin sözü de fiili de makuldür. Cahil kişinin ise aklı işlenmemiş ve adeta yarım kalmış olacağından, nefsinin heva ve hevesine ka pılarak kötü yollara sapmaktan ve şunun bunun yalan yanlış sözlerine kanmaktan vareste kalamaz. Konuşması manasız ve tatsız, işi gücü hatalı ve münasebetsizdir.”

Şuaradan birinin de şu mealde bir beyti vardır: “En büyük sermayesi akıl olmayan kimsenin, başka en çok neyi varsa mutlaka· kendisini felakete sürükler.”

Ahmaklık

Akl-ı mükteseb, akl-ı garizınin neticesi olması itibariyle on dan ayrılamaz, yani akl-ı garizı olmadan vücuda gelemez. Lakin akl-ı garizı, akl-ı müktesebten mahrum ve mücerret olabi lir. Ahmak ve cahillerde olduğu gibi. Çünkü bunlarda herhan gi bir fazilet şöyle dursun biliikis rezalet sayılacak hallerden hali kalmazlar. Ahmak kimseler hakkında şu hadis-i şerif varid olmuştur:

Hz. Enes (r.a.)’den rivayet edilir: “Bir kavim, Resulüllah’ın yanında mübalağa edecek derecede bir kişiyi övdü. Bunun üzerine Allah’ın yüce Resulü; “Övdüğünüz kişinin aklı nasıldır?” diye sordu. Onlar, “(Ya Resulallah) biz kişinin yaptığı ibadet ve gösterdiği hayırları sana söylüyoruz, sen ise onun aklını soruyorsun, bu nasıl oluyor?” diye hayretlerini belirttiler. Allah’ın Resulü (a.s.m.) buyurdu ki: “Ahmak kişinin cehaletiyle işlediği günah, facirin fıskıyla elde ettiği günahı kat kat geçer. Yarın kıyamet gününde Allah’a en yakın derecelere her kul aklının miktarı nisbetinde yükselecektir.” 4 Hükemadan biri, şöyle demiştir: “Akıl yoksulluğu, mal yoksulluğundan beterdir.:

Ariflerden biri de, “Cahillerin sürdüğü devlet ve ikbal, akıllılar için bir ibret sahnesidir.” demiştir.

Eski İran ricalinden Büzürgmihr şöyle demiştir: “Aklı az olan kişi, ayıplarını örtbas edecek dostlardan, yahut herkesin gönlünü çekecek mal ve servetten de yoksun ise, aczini bilip bir köşeye çekilmelidir. Bunu da beceremezse onu ölümden başka şey paklamaz.”

Şairlerden biri eski İran şahlarından Erdşır oğlu Şapuiun aklı iki kısma ayıran şu tarifini nazmen ifade ederek demiş ki; “Akıl iki kısımdır. Birincisi matbu (yani tabii ve garizi), ikincisi mesmu (yani öğrenme ve görme yoluyla elde edilen mükteseb) Bunların ikisi de birbirinin tamamlayıcısıdır. Fakat matbu akıl bulunmadıkça mesmu akıl meydana gelmez. Güneşin ışığından a’ma faydalanamadığı gibi.”

Ariflerden biri, akıl sahiplerindeki meziyetleri ve ahmak adamlardaki noksan ve kusuru şu sözlerle belirtmiştir: “Akıllı adam bir kimse ile dost olursa ona karşı elinden gelen her türlü yardımı yapmaktan geri durmaz. Düşmanları da zulüm ve kötülükten nefsini vikaye eder. Böylece dostları aklından ve yardımından, düşmanları da adalet ve dürüstlüğünden istifade etmiş olur. Bir kimseye iyilik ederse, teşekkür ve minnet beklemez. Birinden kötülük görürse mazur sayacak sebepler aramaya çalışır, yahut suçunu büsbütün bağışlar.

Halbuki ahmak kimse, hem yanlış yola sapar hem de başkalarını yanıltır. Nezaket ve iltifat görürse şımarır, kendisinden uzak durulursa sitem ve serzenişe başlar. Dostluğu vefasızlıktan, düşmanlığı saygısızlık ve haksızlıktan ibarettir. Konuşması tatsız, ünsiyeti üzücü ve sıkıcıdır.

Eski İran şahlarından biri, akıllı bir adama gazab ederse, onu cahil ve ahmak bir kimse ile birlikte hapse atarmış.

Ahmak kimse bazen birine kötülük yaptığı halde iyilik ettim zannı ile teşekkür bekler. Yahut yaptığı iyiliği kötülük zannederek, özür dilemeye kalkar. Elhasıl, ahmak kısmının ayıp ve kusurları saymakla tükenmez. Bunların hangi biri göz önüne alın sa, arkasından daha kötülerinin sıralandığı görülür. Her gördüğünden ibret almayı bilen basiret ve intibah sahipleri için cahil ve ahmakların hali geniş bir sahnedir.

Tabiin devrinin tanınmış büyük simalarından Ahmed b. Kays diyor ki, “Ahmak kısmı, bir beliyyeden kurtulabilirse de asıl kendi nefsinin şerrinden kurtulamaz.” Büleğadan biri de şöyle söylüyor: “Dünya çok defa halkın cahil ve değersiz tanıdı­ğı şahıslara ikbal gösterdiği halde, akıl ve ehliyet sahiplerine pek yüz vermez. Günün birinde sen, şayet hakkın ve liyakatın olmayan bir nasibe nail olur, yahut müstahak buluriduğun bir nimetten mahrum kalırsan, sakın bu hal seni cahillere ve cahilliğe rağbet göstermek; akıl ve fazilete yan bakmak gibi yanlış bir yola sürüklemesin. Zira cahile ikbal teveccühü caiz ve mümkün sayılsa bile, akıl ve ehliyet sahibinin ikbal ve saadeti yine akıl ve hikmetin icabı olan bir hakk-ı müktesebtir. Bu iki kazıyye arassında ise büyük fark vardır. Yani bir şeyin olağan sayılması başka, olması gerekir denilmesi büsbütün başkadır. Cahilin ikbali garip bir misafire benzer ki, bulunduğu yerde dinlenmesi kısa ve muvakkattır. Lakin, değer ve ehliyet sahibinin ikbali ise, daima sevgilisine hasret çeken ve bir kere kavuşunca bir daha ayrılmak istemeyen sevdalıya benzer.

Kendisine ehliyet ve istihkakından fazla bir vazife tevcih edilen kimse, tevcih-i gayr-ı vecih ile hasbe’l-cehale iftihara yel tense dahi, bila-istihkak işgal ettiği yüksek mevkiye nazaran şahsın değersizlik ve kifayetsizliği az zamanda ‘bütün çıplaklığı ile söze çarpar ve bu hal ergeç onu hakiki menziline düşmekten seri bırakmaz. İkbal zamanında med h u senada bulunanlar bu sefer şiddetle zem ve hicvetmeye ve düşmanlığa başlar. Hatta ” unların adları sadece yaşadıkları zamanda değil, sonraki devirler ve nesillerde de kötülükle anılmaya mahkumdur.

“Allah (c.c.) size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Allah (c.c.), bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah (c.c.) hakkıyla işiten, hakkıyla görendir.”

Dipnot
1- el-Aduni, Keşfu’l-Hafa, 1/1245 Kurtubi, Ahkamü’l-Kur’an c. 1/104, 1993, Beyrut.
2- Muvatta, Şiir 17, Ebu Davud, Edeb 2, Hadis no: 4776.
3- İsra Suresi: 84.
4- İbn-i Muhber, TirmizI. İmam-ı Gazali, İhyau Ulumi’d-din, c. 1, Rub’ul-ibadat.

5- Nisa Suresi: 58.

LÜGATÇE
Akl-ı kamil: Kemale ermiş, olgun akıl.
A’ma: Kör, gözü görmeyen.
Arif: Hadiseleri keşf ve müşahede yoluyla, yani manevi yollarla bilen, ilahı sırlara ve hakikatlere vakıf olan.
Basiret: Gaflete düşmeden ve hislerine kapılmadan ileriyi ve gerçekleri görme kabiliyeti. Allah’ın nuru ile aydınlanmış kalb gücü. Eşyanın iç yüzü ve mahiyeti basiret sayesinde görülebilir.
Bild-istihkak: Hak etmeme.
Büleğa: Belagat ilmi sahipleri. Bir sözü etkili, yerinde ve sanatlı biçimde ifade eden kimseler,
Facir: Günahkar. fasih: Açık, anlaşılır.
Fazilet: İyi ahlak, erdem.
Fen: Bilim.
Fısk: Doğru yoldan sapma, ahlaksızlık.
Fıtrat: Yaradılış.Hakk-ı mükteseb: Kazanılmış hak.
Hasbe’l-cehale: Cehalet icabı.
Hassa: Özellik.
Hükema: Filozoflar, bilginler. Felsefe ile uğraşanlar.
İslam alimleri.İcab-ı maslahat: Fayda ve menfaat gereği.
İfrat ve tefrit: İki zıt ha!. Bir konuda ölçüyü aşma veya ortalamanın altında kalma.
İkbal: Talih, baht.
İstihkak: Hak etmiş olma.
İtidal: Ortalama halde olma, ölçülülük.
Kavim: Topluluk.
Kaziye: Hüküm.
Kifayet etme: Yeterli olma.
Mübalağa: Bir konuda lüzumundan fazla ileri gitme.Büyütme, abartma.
Medh u sena: Övme, medhetme.
Mergub: Rağbet edilen. Beğenilen.
Mezmum: Zemmedilen, aşağılanan, ayıplanan.
Muhakeme: Akıl yürütme.
Mücerret: Saf, yalnız, soyut.
Müfrit: Aşırı.Mutedil: Aşırıya kaçmama, ölçülü olma.
Şecaat: Cesaret.Şuara: Şairler.Tabiin: Mü’min olarak bir veya bir kaç sahabi ile karşılaşmış olanlar.
Tevcih-i gayr-ı vecih: Yanlış bir yölendirme.
Tekammül: Kemale erme, olgunlaşma.
Tehevvür: Aşırı hiddet, öfke.
Tezahür etme: Görünme, ortaya çıkma.
Ulema-i müfessirin: Kuı’an-ı Kerim’in ayetlerini tefsir edenler, yorumlayıp açıklayan alimler.
Ünsiyet: Dostluk, yakınlık.
Vikaye etme: Koruma.
Zem ve hiciv: Kötüleme, yerme.

Etiketler:

Malasef Yorumlar Kapalı.