AKIL VE BASİRET NEDİR
Aklın mahiyetinin ne olduğu; akıl ve zeka, idrak, şuur, hafıza, kalb ve diğer latifeler arasında ne gibi ilişkilerin bulunduğu hususunda söylenenler veya yazılanlara bir göz atacak olursa, bu konuda büyük bir mesafenin alınmış olduğunu söylemek fazlaca iyimserlik olur.
Akıl hiç şüphesiz insana özgü bir melekedir. Varlık bilim açısından bakıldığında, aklın insanoğlundan çok daha öncelere gidip dayandığı görülecektir. Çünkü İslama göre Allah’ın ilk yarattığı şey akıldır. Aklın yine aynu akılla kendini tanımaya çalışması da insana özğü bir keyfiyettir. Bu anlanda akılla marifet arasında da bir ilşki vardır. Marifetin kaynağının kalb/gönül olması, akıl ile kalb arasında gizli-açık bir arkadaşlığın olduğunu ortaya koyar. İçinde yaşadığımız fizik dünya ile, dünya gözüyle görmediğimiz gayb alemi arasında bir temas ve ilişki varsa- ki behamal vardır- bunun araılığın yapan melekeler hiç şüphesiz münevver akıl ile nurani kalblerdir. Bu iki alemin birbiriyle temasları ve muameleri bunlar aracılığıyla olmaktadır.
Kendini tanımanın, Rabbini ve Halıkını tanımakla eş anlamla olduğu noktasından hareket edilecek olursa, aklın mahlukatın ve yaratılmışların en şereflisi, en mükerremi ve Allah’a en yakın olanı olduğu ortaya çıkmış olacaktır. İnsanı eşref-i mahlukat ve zübde-i alem kılan şey budur zaten.
Aklı, kelami ve tasavvufi anlamlarıyla anlamaya çalışmamız halinde ancak onun kemaline ve dolayısla kendi varoluşun da nihai noktasına ulaşmış oluruz.Bu arada islam termilojisindeki aklın anlamıyla Batı felsefesindeki akıl (reason) arasın da büyük ve keskin bir farklılığının olduğunun da altını çizmek gerekir. Batı felsefesinin konu edindiği akıl, sadece fizik dünyayı anlamaya yönelik olan istidlali akıldır. Kaldı ki, kalbe arkadaşlık yapmadan tek başına hareket eden aklın insani mahall-i maksuduna ulaştırması imkanı yoktur. Kalbden kaynaklanan feyz ve ilhamla akıl ancak eşyanın hakikatını idrak edebilir. Aksi halde Mevla’nın, “Hazret-i Muhammed’in önünde aklı kurban et.” dediği akl-ı meaş yahut akl-ı cüz mertebesinde kalmaya mahkum olur.
Allah’ın izni olmadan hiçbir kimse iman edemez. O, akıllarını kullanmayanları murdar inkarcı kılar.
(Yunus Suresi: 100)
AKIL NEDİR
Arapça bir kelime olan akıl, lügatta “hayvanı bağlamak ve ” gibi manalara gelir. 1 İnsanı zararlı fiillerden alıkoymak manasına da gelen akıl, ıstılahi olarak, “Bilmek, anla- şuurlu olmak” gibi manaları ifade eder. 2 Çoğulu “ukul”dür.
Akıl, ruhun dili ve basiretin nurudur. Ruh için basiret kalbin marifeti, lisan ise aklın tercümanıdır. Akıl iyi ile kötünün, güzel in arasını ayırt eden bir kuvve-i kutsiyyedir. Akıllı olan kimse, baki olanı fani olana tercih eder ve seçer. İnsan aklı, hayrı-şerri tefrik eden ve ilimIeri anlayan, sebeplerden neticeleri çıkaran, müessirden eser sahibine intikal eden, çabuk hisseden, düşünme ve anlama kabiliyetidir. Zihin, zeka, tefekkür, fehim, irade anlayış, kuvve-i hafıza, mülahaza, re’y, yaptığını bilmek aklın umdelerindendir. (Faydalandığı temel esaslarındandır.) İlim zihinde hasıl olan suret, insan zihninin sıfatı ise kalpte hak ile batılı ayırt edebilen bir nurdur. Ve keza, şeriat-ı garra ve sünnet-i seniyyeyi ihyaya çalışanlar manen terakki eder ve saadet-i uzmaya nail olurlar. Muhalefet edip de sadece aklına güvenenler ise semaya çık mak hamakatında bulunan Firavun gibi bir firavun olurlar.
“Allah’ın izni olmadan hiç bir kimse iman edemez. Akıllarını kullanmayanları pislik içinde bırakır.“3
Cehalet karanlık olduğu için akla akıl adı verilmiştir. Aklın basiretini nur kaplayınca, zulmet yok olur ve akıl giderek gerçekleri görmeye başlar. İşte akla, cehalete mani olduğu için, mani (engel) anlamında “akıl” denilmiştir.
Yukarıda belirttiğimiz gibi akıl kelimesi bu mefhuma uygun olmakla beraber hayvanların ayağına vurulan köstek manasını da tazammun ettiğinden, insan aklını manevi köstek addedenler olmuştur. Zira hayvanın kösteği, onun başını alıp kaçmasına engel olduğu gibi, akıl da insanı, şehvet-i nefsaniyyeye kapılarak dalalete sürüklenmekten alıkoyar.
Hükema-yı ulemadan Amr b. Kays şöyle demiştir: “Eğer akıl denilen manevi köstek, seni kötülüklerden alıkoyabiliyorsa sana tam manasıyla akıllı denilir.”
Akıl hakkındaki en doğru tarif ve tavsif Peygamberimizin şu hadis-i şeriflerindedir:
“Akıl, hak ile batılı birbirinden ayırt edebilmek için kalbde tecelli eden bir nurdur” 4
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) yine şöyle buyurmuştur:
“Allah (c.c.) yeryüzünde akıldan daha az bir şey yaratmamıştır. Şüphesiz ki akıl, yeryüzünde kibrit-i ahmerden (iksir den) daha kıymetlidir.”5
*”Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar. Şüphesiz Allah (c.c.) daima üstündür, çok bağışlayandır. 6
Akıl terimi lügatta olduğu gibi kullamşta da o nurun ismidir. İlimlere akıl ismini vermek aklın semeresi ve meyvesi olduklarındandır. Ancak Allah’tan korkanlar alim kimselerdir. Halbuki ilmin kendisi değil ancak semeresidir.
Tefsir-i Kebir de Fahr-i Razı, bu ayetin tefsirini yaparken şöyle buyurur: “Bu ayet derece bakımından alimin abidden daha üstün oluşunun da delilidir. Çünkü Hak Teala, “Sizin Allah katında en şerefliniz, en muttaki olanınızdır. (Allah’tan en çok korkanınız dır)” 7 buyurarak, şerefin ve kıymetin, takvaya göre; takvanın da ilme göre olacağını beyan etmiştir.
“Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, ahiretten çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkarcı gibi) midir? (Resulüm), de ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.”8
O halde akla da mecaz yoluyla ilim denilebilir. Fakat bizim gayemiz lügat ilmini enine boyuna araştırmak değildir. Ancak zikrettiğimiz kısımların mevcudiyetini bilmek ve bütün bu kısımlara akıl denebileceğini belirtmek gerekir
Bazıları da, “Akıl, bilinmesi zaruri olan şeylerin toplamından ibarettir.” diye bir tarifte bulunmuşlar ve bu bilgileri ikiye ayırmışlardır ki, bunların birincisi, asab ve dimağ vasıtasıyla idrak olunan şeylerdir. Gözle görülen, kulakla işitilen, ağızIa tadıIan, burunla koklanan, elle veya başka bir organla temas edilen eşya gibi …
İkincisi, doğrudan doğruya ruhen idrak edilen şeylerdir. Bir şeyin varlığını veya yokluğunu; var olan şeyin eskiden beri var olduğunu yahut yeni meydana gelmiş olduğunu ve “bir” olan şeyin “iki” den az olduğunu anlamak gibi. İşte bu iki türlü idrake sahip olan insana “akıllı” demişlerdir.
Hz. Ömer (r. a.) şöyle buyurmuştur: Akıl; bir kimsenin kökü, din; gövdesi, ahlak ise semeresi yani meyvesi hükmündedir.”
Akıl, insanın kendisi İle, eşyaları ve olayları kavrayabildiğİ bir kuvvedir. Akıl, bazen basiretle takviye edilerek nefsi iyi yönlerere doğru sevk eder, bazen de tabii özellikleri ile tek başına kalarak insanı kötülüklere yöneltebilir. Doğruyu gösteren yalnız Allah (c.c.)’tır . Akcıl, ruhun dilidir. Çünkü ruh Allah’ın emrindedir. O, dağların, yerin ve göklerin almaktan kaçındığı ilahi emaneti taşıyan latifedir. Aklın nuru, ruhtan feyz alır. İlimler de aklın nuru ile öğrenilir. Akıl, ilimIere göre yazı tahtası mesabesindedir. Akıl, normal yaratılışı gereği, bazen nefs tarafından çevrilmiş olarak onun etkisine girecek bir şekilde, bazen de derecesi yükselerek istikamete yönelmiş olarak bulunabilir. Aklı nefs tarafına meyletmiş ve onun etkisine girmiş olan kimse, aklını kainatın cüzlerine dağıtarak orta yolu kaybetmiş ve doğruluktan ayrılmış olur. Derece itibarı ile yüksek olan, doğru yolu bulmuş kimsenin aklı ruhun kalbi durumunda olan basiretle kuvvetlenmiş, böylece Cenab-ı Hakk’a giden yolu bulmuştur. Kainatı yaratıcısı ile , marifetin bütün çeşitleri ile mükevvin olan Allah’ı ve doğru mahluku olan kainatı bilmiş olur. İşte böyle bir akıl insanı doğru yola götüren akıldır. Ki Cenab-ı Hak aklın yönelmesini is tediği hususta kendisine yönelmesini, kötülüğünü göstererek, yüz çevirmesini emrettiği bir konuda da aklın bundan kaçınmasını sevmesi buna delalet eder.
Böyle bir akıl, Allah’ın sevdiği ve yapılmasını emrettiği şeyleri yapmaya, gazap ettiği ve yasakladığı şeylerden de kaçınmaya devam eder. Akıl ne zaman istikamet üzere bulunursa, basiretle kuvvetlendirilir. Sahibine doğru yolu gösterir, sapıklıktar uzaklaştırır.
“Gerçek şu ki, biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korkuya kapıldılar; onu insan yüklendi. çünkü o, çok zalim, çok cahildir.” 9
İlim ve hikmet erbabının, aklın mahiyetini anlayış ve tarif edişleri arasında bazı farklar görülmektedir. Kimisi aklı, “insan bilgisine dahil olan şeylerin hakikatlerini ayırt eden bir cevher latiftir.” diye tarif etmişler ve bunun insan bedeninin hangi nahiyesinde bulunduğunu tayinde birbirinden ayrılarak, bazıları “Akıl dimağdadır, çünkü dimağ bütün duyguların merkezidir.” demişler. Diğer bazıları ise, aklın kalbde bulunduğunu, zira kalbin, hayatın kaynağı hükmünde olduğunu söylemişlerdir.
“Akıl cevher-i latiftir.” sözü iki bakımdan yanlıştır. Evvela, hükemanın “cevher” tabir ettikleri şeyler kendi başlarına birer varlık taşımak itibariyle birbirinin benzeridir. Birinin icab ettirdiği hali diğeri selb etmek olmaz. Eğer akıl cevher olsaydı, insanda esasen bir cevher olduğuna göre aklın kabatına bizatihi sahip ve binaenaleyh akıldan müstağni bulunmak lazım gelirdi. Saniyen, akıl cevher olsaydı onun da bir “akıla” yani insana bağlanmadan kendi varlığını göstermesi gerekirdi. İşte bu iki muhakemeye göre, “Akıl bir cevher-i latiftir.” nazariyesi zayıf ve düşüktür. Aklın cevheriyetini reddeden ilim erbabı, yukarıdiaki hadis-i şerife dayanarak aklın merkezinin dimağ değil, kalb olduğunu ve kalbte bütün bilgilerin yeri bulunduğunu iddia ederlerken, Kur’ an-ı Kerim’ deki şu ayet-i kerimeyi delil olarak göstermişlerdir.
“(Sana karşı çıkanlar) hiç yeryüzünde dolaşmazlar mı? Zira dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lakin göğüsler ve içindeki kalpler kör olur.” 10
Cenab-ı Hakkın şu kelamı da buna delildir: “Şüphesiz ki, bunda aklı olan veya hazır bulunup kulak veren kimseler için öğüt vardır.” 11 Bazıları da, “Akıl, her şeyi aslı ve hakikat üzere idrak eder.” emişlerse de bu da tam ve mükemmel bir tarif değildir. Çünkü, idrak canlı olan mahlukların şanında olup, akıl ise başlı başına canlı bir mahluk olmadığından her şeyi aslı ve hakikatı üzere id rak edemez. Mesela, acıyı ve tatlıyı anlamak yahut bir şeye karşı iştah veya bıkkınlık duymak gibi haller doğrudan doğruya aklın karı ve icabı olmayıp, can taşıyan bir insandaki tabii hislerin eseridir.
Nitekim bu veya buna benzer bazı duygular, esasen akılda mahrum bulunan hayvan cinsinde de vardır.
Şu halde, “akıl cevherdir.” demek yerine yine hükema tabir. üzere “akıl bir arazdır” demek daha uygun olur. Çünkü aklın mevcudiyeti insanın varlığı ile kaimdir.
Akıl ve kalb yaratılışları gereğince, malumatın hakikatların: kabul etmeye müstaid ve hazırdır. Fakat kalbde vaki olan ilimIer, vehbi ve kesbi diye iki kısma ayrılır. İlim, bizatihi hadi değildir. Vahyin irşadına muhtaçtır. Hakkın tevfiki ile hidayet, ya vehbı olur, ya da kesbi olur. Vehbi olan nadirdir. Kesbi olan ise çoktur. Kesbi ilimler de uhrevi ve dünyevi diye iki kısma ayrılır. Kesb’ ilimIerden gaye, aklın tabiatına uygun ilimlerdir. Fakat vehbi ilim taklit ve dinlemekle elde edilmez. Çünkü o ilm-i ledünni dir, yani Allah canibinden ilham tarikıyla gelmiştir. Yine kesbi ilim de niyet, azim, sa’y ve hizmetle elde edilir. Bunda da usıul lazımdır.
Akıl, kalb ve ruhun madeninde, beynin ışığında buluna manevi bir nurdur ki, insan bununla duyu organlarıyla hissedi lemeyen şeyleri duyar ve anlar. Akıl yürütmek, sebeplerle sebep leri meydana getiren şeyler arasındaki ilgiyi keşfetmektir. Yan: “illiyet kanunu” dediğimiz, sebebi neticeye bağlayan kanunu ve ona bağlı olan gerekli bilgileri idrak etmektir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi eserden müessire veya müessirden esere yahut da bir müessirin iki eserinin birinden diğerine intikal etmektir.
Akıl, imanla mezc olmuş kalbin fuadı içerisinde zuhur eden bir nurdur. “Ruhun dili” diye açıkladığımız akıl, gerçekte iki ay rı türde değil, tek bir akıldır. Ancak akıl derece itibarı ile yükselir ve istikamet üzere olursa, basiretle kuvvetlenir, mutedil bir hale gelir; her şeyi yerli yerine koyar ve öylece değerlendirir.
Bazılarına göre, akıl iki kısımdır: Birincisi, kendisi ile dünya işleri görülen akıl, ikincisi ise, kendisi ile ahiret işleri görülen akıldır. Birinci aklın, ruhun nurundan; ikinci aklın da hidayet nurundan etkilendiğini belirtmişlerdir. Bazıları da akıl ikidir; birincisi, hidayete götüren akıldır ve kalbte yerleşmiştir. Bu akıl, mü’minlerin ve imanlarında yakine ermiş olanların aklıdır. Hidayete götüren aklı yönlendiren şey, sadırda fuadın tam ortasındadır. Diğer akıl ise dimağda yerleş miştir. Y önlendiricisi sadırda, fuadın iki gözü arasındadır. Bun lara göre birinci akıl ahiretle ilgili işleri, ikinci akıl ise dünya ile ilgili işleri idare eder.
Yukarıda belirttiğimiz gibi akıl birdir. Ancak o, basiretle takviye edildiği zaman, hem dünya hem de ahiret işlerini görür. Yalnız ve tek başına kaldığı zamanda ise iki işten birini idare eder. Aklı bu şekilde değerlendirmek daha açık ve daha kolay anlaşılabilen bir ifadedir. Bu babın baş kısımlarında aklın nefs-i mutmainne ve nefs-i emmare üzerindeki tesirlerine işaret etmiş tik. Akıl insanın kendisi ile eşyaları ve olayları kavrayabildiği tek bir akıldır. Bu, bazen baseritle takviye edilerek nefsi iyi yönlere sevk eder, bazen de tabii özellikleri ile tek başına kalarak kötülüklere yöneltebilir. Doğruyu gösteren yalnız Allah’tır.
Bunun delili de şu ayet-i kerimedir:
kalbin doyum noktasına erişmesi. Her türlü şüpheyi ortadan kaldırıp tasdik edilen gaybın hakikatına vakıf olmak “Onlar, ne ticaret ne de alışverişin kendilerini Allah’ı (c.c.) anmaktan, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoyamadığ: insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak-bullak olduğu bir günden korkarlar.” 12
BASİRET
Gaflete düşmeden ve hislerine kapılmadan ileriyi ve gerçekleri görme kabiliyeti. Allah’ın nuru ile aydınlanmış kalb gücü. Eşyanın içyüzü ve mahiyeti basiret sayesinde görülebilir.
Akıl ne zaman istikamet (şeriat üzere bulunursa), basiretle kuvvetlendirilir. Sahibine doğru yolu gösterir ve onu sapıklıktan uzaklaştırır.
Basiret, aklın içine aldığı ilimlerin tümünü kuşatır. Akıl bunu ifade etmekten acizdir. Çünkü basiret, denizler tükense de tükenme bilmez, Allah’ın kelamına kadar uzanır.
Kalb, içinde bulunan şeylerin bir kısmını dile getirip diğer kısmını kendisine ayırdığı gibi, akıl da basiretin kendisine verdiği ve gösterdiği şeyleri ifade edebilen bir tercümandır.
Buna göre; şeriatın nuru ile aydınlanmıyan, soyut akla dayanan ve yanlız aklın verilerine göre hareket eden kimse, ancak kainatın zahirini ifade eden içinde yaşadığımız fizik alemi ve varlık alemiyle ilgili ilimlerden nasibini alabilir. Aklı şeriat nuru ile aydınlanan ve basiretletakviye edilen kimse ise, basiret esbabının ve yanlızca soyut akla dayanmayan akıl sahiplerinin keşf haline mahsus olan ve kainatın içyüzünü de ifade eden gayb alemini de kavrayabilir.
”Rabbinden sana indirilennin hak olduğunu bilen kimse, (inkar eden) kör kimse gibi olur m? (fakat bunu) ancak akıl sahipleri anlar. (Rad Suresi: 19)
İmam Ali (r.a), insanda bulunması lazım olan hususları şöyle ifade eder: ”İnsanda bulunması lazım gelen başlıca faziletler şunlardır: Akıl, dindarlık, ilm, bilgi, ihtisas, ağırbaşlılık, vakar, temkin, cömertlik, faziletli olma, terbiye, nezaket, kanaat, Mevla’ya şükür ve sena ve nefsi emmareye uymaktan sakınma.”
Basiretli adam, Karşısındakininin dostu mu düşmanı mı olduğunu bakışlarından anlar. Zira kişinin gözleri, kalbinin en derin köşelerini feraset ve anlayış sahiplarine aksettiren bir aynadır.
Ebu Said (r.a) anlatıyor:
Resülullah (A.S.M), ”Müminlerin ferasetinden kaçının. çünkü o, Allah Teala’ nuruyla bakar” buyurduktan sonra şu ayeti okudular: Elbette bunda fikir ve ferasetli olanlar için ibretler vardır. (Hicr Suresi: 75 Tirmizi, tefsir, Hicr, 3127)
Buayette geçen ”mütevessimin” kelimesi ile ilgili olarak alimler değişk görüş belirtmişlerdir. Zeccac, bu kelime için ”Bakış ve incelemelerinde son derece ciddi ve sebatlı olanlar eşyanın alametini, vasfını ve özelliğini bilen kimselerdir” (Tefsir-i Kebir c: 5.)
”(Sadakaları) şu fakirlere mahsustur ki Allah yolun da kapanıp kalmışlardır. Yeryüzünde gezip dolaşamazlar. Bilmeyen, utangaçlıklarından dolayı onları zengin sanır. Onları simalarından tanırsın yüzsüzlük edip insanlardan istemezler. Yaptığınız her hayrı Allah bilir.” (Bakara Suresi:273)
Hikmet ehlinden biri şöyle demiştir: ”Kim ibret almadan dünyaya bakarsa, bu gafletinin miktarınca kalbinin nuru (basireti) kaybolur.”
Dipnot:
1- İbn-i manzur, Lisanii’l-Arab, c. XI, sh. 458.
2- İbn-i Haldun, Şifaii’s-Sailli Tezhibi’l-Mesail, İst. 1957.
3- Yunus Suresi: 100.
4- SuyUti, Camiü’s-Sağir
5- İbn-i Asakir, Muaz b. Cebel’den, Feyzü’l-Kadir, c. 5 s. 444, hadis no: 790.
6- Fatır Suresi: 28.
7- Hucurat Suresi: 13.
8- Zümer Suresi: 9.
9- Ahzab Suresi: 72.
10- Hacc Suresi: 46.
11- Kaf Suresi: 37.
12- Nur Suresi: 37.
Lügatçe
Abid: Allah’a ibadette bulunan kul.
Araz: Kendi kendine vücut bulamayıp başka cevherle meydana gelen hal ve keyfiyet.
Basiret: Gaflete düşmeden ve hislerine kapılmadan ileriyi ve gerçekleri görme kabiliyeti. Allah’ın nuru ile aydınlanmış kalp gücü. Eşyanın içyüzü ve mahiyeti sayesinde görülebilir.
Batıl:Hak olmayan ,yanlış
Cevher: Başlı başına var olan, kendi kendi ne varlığını devam ettiren. Araz’ın zıdd.ı
Dalalet: Hak ve hakikattan; iman ve İslamiyetten ayrılmak, sapmak.
Delalet: İşaretDimağ: BeyinFuad: ilahı tecellileri temaşa ve seyretme mahalli. Kalbin içi.
Istılah:Tabir, terim.
İdrak: Anlama, kavrama.İlahi emanet: Allah’ın ve insanlann hukukuna riayet etme yükümlülüğünü taşıma.
İlm-i ledün: İlham ve sünuhat ile elde edilen ilim.
Hadi: Mürşid, rehber, delil.
Hidayet yolunu gösteren.
Hikmet erbabı: Hakkı bilip ona uygun davranan ve batıldan sakınanlar.Hükema: Filozoflar, bilginler. Felsefe ile uğraşanlar.
Hükemay-yı ulema: Alim ve hikmet sahibi.
Kaim: Ayakta olma, var olma.
Kalb: İlahi hitabm mahalli ve muhatabL İlahi isim ve sıfatların en mükemmel biçimde tecelli ettiği yer. Rabbani latife .
Kıyam: Allah huzurunda ayakta durma.
Kuvve-i kutsiye: Tasavvuf ve hikmet ehli basirete de kutsi kuvvet (kuvvet-i kutsiye) adını vermişlerdir .
Marifet: Ruhani halleri yaşayarak, ma nevi hakikatleri zevkederek elde edilen bilgi, irfan.
Mecaz: Bir sözün gerçek manasında kullanılmayıp, ilgi ve benzerlik bağı bulunan başka bir manada kullanılması.
Muhakeme: Akıl yürütme, düşünme.
Müstağni: İhtiyacı olmayan, muhtaç bulunmayan.
Müstaid: İstidatlı, kabiliyetli. Eğilimli.
Nazariye: Teori. Yalnız aklı ve zihnı esaslara dayanılan fikir.
Saniyen: İkinci olarak.
Sa’y: Çalışma, gayret etme.
Semere: Meyve, netice
Sünnet-i seniyye: Resulullah’ın (s.a.v.), hayatlarında takip ettikleri yol.
Şehvet-i nefsaniye: Nefsin hoşuna giden bedeni ve süfli arzular.Takva: İnsanı Allah’tan uzaklaştıran şeylerden kaçınmak. Allah’a boyun eğerek azabından sakınmak. Farzları yerine getirip haram ve şüpheli şeylerden kaçınınak.
Tecelli: Görünme, ortaya çikma, parlama
Tefekkür: Hayn ve şerri görmeye yarayan kalbteki nur. Eşyanın hakikahru anlamak için kalbin muhakemede bulunma faaliyeti.
Vaki olma: Meydana gelme, oluşma.
Yakın: Bir şeyin hakikah konusunda kalbin doyum noktasına erişmesi. Her türlü şüpheyi ortadan kaldırıp tasdik edilen gaybın hakikatına vakıf olmak.
Malasef Yorumlar Kapalı.