Kategoriler
Tavsiye Siteler
Son Yazılar
Son yorumlar
13 yıl önce tarafından yazıldı, 233 kez okundu ve hakkında yoruma kapatıldı.

AKÂİD NEDİR

Dînin temel hüküm ve prensiplerini özlü bir şekilde anlatan kâide ve düstûrlar. Akâid kelimesi inanç anlamına gelen “Akide” kelimesinin çoğul şeklidir. Kesin olarak inanılan şey, iman ve anlayış şekli demektir. Akâid; ibadeti değil, inancı; yani ameli değil, imanı esas alan İslâmî kâîde ve hükümlerin tümüdür. Kısaca akâid, Kur’an ve Sünnet ışığında İslâm Dini’nin iman esaslarından sistemli bir şekilde bahseden düstûrlardır.

İslâm’ın ilk dönemi olan Asr-ı Saâdet’te, Resulullah (s.a.s.)’ hayattayken diğer bütün İslâmî ilimler gibi akâid ilmi de yazılmamış ve henüz tedvîn edilmemişti. Zira vahiy devam ediyor; Müslümanlar karşılaştıkları bütün problemleri derhal Hz. Peygamber’e götürüp vahyin ışığında çözüme kavuşturuyorlardı. Ashâb her husûsta olduğu gibi akide konusunda da Kur’an’a ve Resulullah’a tam bir teslimiyet içindeydi. Resulullah’ın onlara getirdiği bir inanç prensibini kesinlikle tartışma konusu yapmaz, bunun üzerinde görüş belirtmezler; hatta buna asla ihtiyaç duymazlardı. Resulullah’ın mescitte biraraya gelip akîdeyi ilgilendiren “kader”* konusunu tartışan bazı sahâbîleri bu tartışmadan alıkoyduğunu görüyoruz.

Hz. Peygamber’in ahiret’e irtihâlinden ve dolayısıyla vahyin kesilmesinden sonra ashâbın çoğu, ‘asr-ı saadet’teki saf ve berrak İslâmî anlayışlarını korudular. Buna rağmen toplum içinde meydana gelen gelişmeler karşısında, ister istemez bazı problemler ile ilgili olarak yeni tartışmalara girişiyorlardı. Özellikle halîfelerin seçimi ile ilgili olarak bazı görüş ayrılıkları meydana gelmiş, bilhassa Hakem olayından sonra Şîâ*’nın ve bunlara karşı tam aksi görüşleri savunan Hâricilerin* ortaya çıkışı, beraberinde değişik anlayışları da müslümanların gündemine getirmiştir. Aynı şekilde Hz. Osman’ın şahâdetinden sonra az da olsa beliren bazı görüş ayrılıkları, daha sonra III. Halife’nin katli meselesi tartışmalarına dönüşmüştü. Buna bağlı olarak, adam öldürenin iman durumu da görüş ayrılıklarına zemîn hazırladı. İnsan öldürmek büyük günah (kebîre) olduğuna göre, “Büyük günah işleyen kimse Müslüman mıdır, kâfir midir, yoksa fâsık mıdır?” gibi bir soru gündeme geldi.

Dört halife döneminden sonraki devrede ise daha değişik anlayışlar belirince zamanla kaderi inkâr eden Kaderiye* mezhebi vücuda geldi ve yine bu dönemde Allah’ın bazı sıfatlarını inkâr eden Cebriye* mezhebi doğdu. Kelâm* ilmi ve Mu’tezile* mezhebi yukarıda ifade ettiğimiz büyük günah * işleyen (Mürtekib-i kebîre)’in iman durumu ile bağlantılı olarak ortaya çıkmıştır. Bu gibi kimselerin, iman ve küfrün ortasında orta bir menzile olarak kabul eden “Fısk” derecesinde bulunduklarını ileri süren Mu’tezilenin bu ve diğer bir çok anlayışına karşı çıkılmıştır. Mu’tezilenin akla dayalı olarak izah ettiği bir çok husûsu reddeden selefi âlimler onları “ehli bid’at” * olarak vasıflandırmışlardır .

Bidat mezhepler

Dalalette olan mezhepler yediye ayrılır:

1-     Mutezile Mezhebi: Bu da kendi arasında 20 gruba ayrılır.

2-     Şia Mezhebi: Bu da 22 gruba ayrılmıştır.

3-     Mürcie Mezhebi: 5 gruba ayrılmıştır.

4-     Cebriye Mezhebi

5-     Müşebbihe Mezhebi

6-     Hariciye Mezhebi: Bu da 20 gruba ayrılmıştır.

7-     Neccariyye Mezhebi: üç gruba ayrılmıştır.

Peygamberimizin (s.a.v) “Onlar benim ve ashabımın yolunda yürüyenledir” buyurarak tebcil ettiği  “hak mezhepler”  ise üçtür:

1-     Selef muhaddisleri

2-     Eşariler

3-     Ehli sünnet vel Cemaat. Bu Mezhepler her türlü batıldan uzaktır.

Bidat Mezheplerin halleri ve Ehli Sünnetten ayrıldıkları Noktalar

1-     Kaderiye Mezhebi: Bunlar “Şer Allah’ın takdiri değildir ve her kes yaptığının failidir” dedikleri için tekfir edilmeleri vaciptir.

2-     Keysaniyye Mezhebi: “Allah (c.c) hakkında pişmanlık ve yanılma caizdir” dedikleri için tekfir edilmeleri vaciptir.

3-     Rafiziler: Ruhlar bir cesetten diğer bir cesede geçerek ebedileşir. Allah’ın ruhu ise 12 imama girer derler. 12 imamın ilah olduğunu iddia ederler. Cebrailin  (a.s) vahyi Hz. Ali yerine yanlışlıkla Hz.Muhammede (s.a.v) getirdiğini söylerler.

4-     Hariciler: Hz. Osman, Hz. Ali, Hz.Talha, Hz. Zübeyr, Hz. Aişe ve kendilerinin dışındaki bütün Müslümanlara kafir dedikleri için küfre gitmişlerdir.

5-     Yezidiler: Acem diyarın da zuhur edecek bir peygamberin Muhammed (s.a.v) ümmetini ortadan kaldırmasını bekledikleri ve buna inandıkları için tekfir edilmeleri vaciptir.

6-     Neccariyye Mezhebi: Allah’ın sıfatlarını inkar,  Kuranı kerim yazıldığı zaman cisim, okunduğu zaman da arazdır dedikleri için tekfir edilmeleri vaciptir.

7-     Şeytaniye Mezhebi: Allah ancak murat ve takdir ettiği zaman bilir. Ondan önce bir şey bilmez demişlerdir.

8-     Mutezileden bir Grup: Bunlar Allah (c.c) Haşa  ne görünür ne de görür demişlerdir.

9-     Cebriye Mezhebi: Bunun da tekfiri vaciptir. Bunlara göre kulun kudreti, kazanması ve tesiri yoktur. O cansız bir varlık gibidir. Demişlerdir.

10- Mürcie: Mümin ve Kafirlerin işlerini Allah’a bırakırız. Mümin cennetlik, kafir cehennemliktir. Diyemeyiz. İyi amellerimiz makbul kılınmış kötü amellerimiz bağışlanmıştır, ameller farz değil fazilettir demişlerdir.

11- Mücessime: Bunlarda Allah’ın hususi mekanı vardır, o da arştır. Demişlerdir.

İMAN

Güvenme, verilen bir habere kalbten inanma, haberi getireni tasdik etme; bir şeye tereddüde düşmeksizin inanma; Allah’a, ondan başka îlâh olmadığına, Hz. Muhammed (s.a.s)’ın Allah’ın kulu ve Resulu olduğuna, Allah’ın meleklerine, kitaplarına, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah tarafından yaratıldığına inanma (Buhârî, iman, 37; Müslim, iman, 1, 5, 7; Ebû Dâvud, sünne, 15).

“İman” kelimesi; Arapça’da “if’al” vezninde olup, aslı “emn” kökünden gelir. Dillere göre, korkunun zıddı olan “emn-ü emân=emniyet, güven” manasında, “âmene” fiilinin masdarıdır. Kelimenin aslı “emn” de “emân” idi. Başına “elif” gelince, “e’mene” oldu; sonra arapça gramer kaidesine göre “imân” okundu. Kelimenin başındaki “hemze” Arap diline göre “ta’diye” için “geçişli” olursa, “eman vermek, emin kılmak” manasına gelir ki; “esmâüllah = Allah’ın isimleri”nden olan “Mümin” bu manadan alınmıştır. Sayrûret (olmak) için kullanılırsa, iman; “emin olma, kalbi güven ve sükûna kavuşturma” manasına gelir. Buna lisanımızda “inanma” denir.

Bütün dilcilerin örfünde imanın hakikati; “mutlak tasdik”dir. Yani, bir şahsa, bir habere veya bir hükme, kesin olarak ve gönülden gelerek inanmak, onu doğrulamak, sözünü doğru kabul etmektir. Tasdik eden, tasdik ettiği şahsı tekzip edilmekten emin kılmış veya bizzat kendisi yalandan emin ve mutmain olmuştur. İman kelimesi, ya “âmenehu” da olduğu gibi doğrudan, veya “âmene bihi” ve “âmene lehu” da olduğu gibi, (be) veya (lâm) ile mef’ul alır. (be) ile olursa, “İkrar ve itiraf”; (lâm) ile olursa, “iz’an ve kabul” manası ifade eder (Râgıb el-isfahanî: El-Mutredâd; Asım Efendi, Kamüsü’l-Mühit tercemesi, İstanbul 1272 H., III, 593-594; İbn-i Manzur, Lisânü’l-Arap, Bulak Mısır 1303, XVII 160-163).

Bu esasa göre sözlükteki iman, mantık ilmindeki “tasavvur”un karşılığı olan “tasdik” ten ibaret olup, kavramındaki iki unsur vardır: Biri “bilgi=marifet” unsuru; diğeri, irade ve ihtiyar (kesb)” unsuru. Çünkü, önce neye, niçin ve nasıl inanılacağı bilinmeden, bir şeye iman ve onu tasdik mümkün olmaz. Bu yönden “marifet” unsurunun rolü açık; imanın akıl, fikir, düşünce ve nazar ile ilgisi aşîkârdır. İrade ve ihtiyar unsuru ise, bilinen bir şeyin tasdik edilerek iman haline gelmesi, terim ifadesiyle “iz’an ve kabulü” için şarttır. Diğer bir deyimle; bilinen ve iman konusu olan husus, baskı ve korkudan uzak, samimi bir gönülle içten benimsenmeli, tam bir teslimiyet ile kabul ve itiraf edilmelidir. O halde imanda; bilgiye dayanan iradeli bir tasdik, kesb ve ihtiyar lâzımdır. Her şeyi çok iyi bilen şeytanın kâfir sayılması, bu ikinci unsurun bulunmamasındandır. O halde, yalnız “marifet” ile iman olmaz. Çünkü kesb ve ihtiyar olmadan kalbde hasıl olan şey, tasdik değil, marifettir. Zira bir bilginin. imanda aslolan “tasdik” derecesinde sayılabilmesi için onda, irade ve ihtiyara dayanan kalp rızası ve teslimiyet şarttır. Ancak, tasdikte aranan iz’an’ın, “itikad-ı câzim” denilen kesin olarak yakîn ifade etmesi şart koşulmadığından; “zann-ı gâlib” denilen avam müslümanların tasdiki, yani “mukallidin imam” Ehl-i Sünnete göre kâfi ne makbul sayılmıştır. Bu gibi tasdiklere “iman-ı hükmî” denir. Aklı ve naklî delillere dayanarak elde edilen kuvvetli imana ise, “tahkîki iman” adı verilir. Bu yola (delil ve istidlâle) gücü yettiğince başvurmak farz olduğundan, bunu terkeden bir mü’min günahkâr olur (bk.Ali Arslan Aydın, İslâm İnançları (ilm-i Kelâm), İstanbul 1984, I, 148-150).

Tasdikin Derece ve Türleri:

Mutlak tasdikin derece ve türleri vardır. Her tasdik, meselâ, “Allah’a iman ettim”, “Hz. Muhammed (s.a)’e, Kitabullah’a ve ahirete inandım” cümleleri, ayrı ayrı kariyeler (önermeler) olarak farklı hükümler ifade eder. Her birinde tasdik ve hüküm bulunan bu iman nevileri, taalluk ettiği şeylere göre çeşitli manalara gelmekte, hepsi de, “kabul ve itiraf” manası ifade etmektedir. Tasdikte aslolan, söylenen sözün veya haberin doğru ve sâdık olmasıdır. Sözün sadık olması ise, verilen hükmün sadık olmasında, yani o hükmün gerçeğe mutabık olmasındandır. Mutabık ise, o hükmün doğru ve sadık; değilse, yalan ve yanlıştır.

Tasdik edilerek inanılan şey, görülen ve bilfiil mevcut olan bir şey ise, bu tasdike “tasdik-i şuhûdî”; gözle görülmediği halde, varlığına delâlet eden bir delil veya eser vasıtasıyla biliniyorsa, bu gibi tasdiklere de “tasdik-i gaybı” denir. Bu yönden, imanın içerdiği mutlak tasdik, dilciler nazarında; a) Ya kavlî, yani sözle, b) Veya fiilî, yani iş ve amel ile olur. Kavlî olan da, biri kalbî (kalp diliyle), diğeri de lisanî (dil ile) olmak üzere iki türlüdür. O halde, dilcilere göre tasdikin üç türü ve derecesi vardır. Bunlar;

a) Kalb ile yapılan tasdik: Bir kimsenin herhangi bir şahsı veya hükmü kalbiyle kabul ve itiraf etmesidir.

b) Bizzat dil ile yapılan tasdik: Bu da, insanın, inandığı şeyin hak ve gerçek olduğunu başkası duyacak şekilde söyleyip ilân etmesidir. Dil ile yapılan bu tasdik de iki türlüdür: a) Hakîkî, b) Zahirî, Hakîkî anlamda; dil ile ikrar edilen, kalb ile de tasdik edilir. Yani dil ile kalb tasdikte birleşir. Böyle bir tasdike sahip olan kimse, hakîkaten inanmış bir “mü’min”dir. Zâhirî alanda ise dil ile tasdik olunan şey, kalp ile tekzip olunur. Yani dili ve zahiri başka, kalbi ve batını başkadır. Kalbi, dilinin söylediğini inkar ve reddetmektedir. Bu gibi zahiri tasdik sahiplerine, dinî literatürde “münafık” adı verilir. Bunlar zahiren mümin; hakîkatta ve Allah katında kafir sayılırlar.

c) Organlarla yapılan fiili tasdik: Söylenen sözün gereğini bilfiil ima etmek süretiyle yapılan tasdik şeklidir ki, bunun makbul olanı; işlenen fiilin, hem dil, hem de kalp ile yapılan bir tasdike dayanmasıdır. Şayet yalnız dil ile ikrarın eseri ise, yapılan iş, riyadan başka bir şey değildir ve nifak alametidir (Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, I, 179).

İslam Istılahında İmanın Manası, Hakîkati ve Rükûnleri

İslami ıstılah olarak “iman”, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s)’in Allah (c.c.) tarafından getirdiği kesin olarak bilinen haber, dini esas ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddütsüz inanmak, bunların tamamını iz’an ve kabul ile tasdik ve itiraf etmektir. Yani Allah’a, Hz. Muhammed’in son Peygamber olduğuna ve “Zarûrât-ı diniyye” diye bilinen İslâmî esaslara, hükümlere ve haberlere, kesin olarak inanmak, tamamını kabul ve itiraf etmektir. Zarûrât-i diniyye; Peygamberimizden tevâtür yoluyla naklolunan ve aklî delile muhtaç olmadan bilinen; Kur’an’ın Allah kelâmı olduğu, ölümden sonra dirilmenin ve âhiret hayatının hak olduğu; namaz, oruç, zekât ve Hac gibi ibadetlerin farz; zinanın, şarabın, faizin, adam öldürmenin ve yalan söylemenin haram olduğu gibi İslâmî esas, hüküm ve haberlerdir. Kesinlik ifade eden bu gibi dinî esaslara her müslümanın tereddütsüz inanması gerekir. Bu bakımdan, dini terim olarak iman, taalluk ettiği şeylerin arzettiği hususiyet bakımından daha özel, dilciler nazarında ise daha genel ve şümullüdür.

İman hakîkatta bir kalp ve vicdan işi olduğuna göre; dilciler nazarında da, dinî ıstılahta da aslolan, imanın hakîkatında bulunması gereken tasdiktir. Fakat, bu tasdik ve itirafın masdarı, kaynağı nedir? İmanın hakîkatını teşkil eden hükümler nelerdir? Yalnız kalp midir? Yalnız dil midir? Veya her ikisi birden midir? Yoksa bu ikisine ilaveten, azalarla yapılan işler, salih ameller midir? İşte bu hususta İslâm âlimleri arasında görüş ayrılığı vardır. Bundan dolayı birçok itikadi mezhep ortaya çıkmıştır.

a) Ehl-i Sünnet’ten bazılarına göre şer’î iman; Hz. Muhammed (s.a.s)’in Allah Teâlâ’dan getirdiği kesin olarak bilinen şeylerin hepsinin doğru ve gerçek olduğunu kalp ile tasdik ve dil ile ikrar etmektir. Bu tarife göre imanın; biri tasdik diğeri ikrar olmak üzere iki rüknü vardır. Ancak, bu rükünler aynı seviyede birer aslî rükün değildir. Çünkü bunlardan “kalp ile tasdik”, hiçbir mazeret karşısında vazgeçilmeyen “aslî rükün”dil ile ikrar ise, dilsizlik ve ölüm tehlikesi gibi zarûrî haller karşısında vazgeçilebilen ve vücubu sakıt olan “zâid rükün” dür. Aslî rükün sayıları kalb ile tasdik zâil olduğu anda, o kimse imandan çıkar ve kâfir olur. Çünkü her halükârda tasdiksiz iman olmaz. Ancak ölüm tehdidi karşısında diliyle ikrar etmeyen bir kimse, kalbi samimi tasdik ve imanla dolu olduğu için imandan çıkmaz ve kâfir olmaz (en-Nahl, 16/106). “Kavl-i Meşhur” olarak şöhret buları bu mezhebi, bazı Ehl-i Sünnet Kelâmcıları, Hanefi imamlarından Şemsü’l-eimme es-Serahsî, Fahru’l-İslâm Pezdevî ve diğer Hanefi fakihleri benimsemişlerdir. Hatta İmam-ı Âzam’ın da bu görüşü tercih ettiği rivayet edilmiştir (Fıkh-ı Ekber Aliyyu’l-Kâri Şerhi, s. 76-77; Şerhu’l-Makâred, II, 182, Şerhu’l-Akâidi’n-Nesefiyye, s. 436438).

b) Ehl-i Sünnet’ten “cumhuru muhakkikîn” e göre şer’î iman; inanılması gerekenleri kalb ile tasdikten ibarettir. O halde şer’; imanın yegane rüknü, kalb ile tasdiktir. Kalbinde böyle tereddütsüz bir tasdik bulunan kimse, gerçekte ve Hak Teâlâ indinde mümindir. Dil ile ikrar etmek ise, imanın aslî veya zâid bir rüknü, yani imandan bir cüz değildir. Fakat, kalble bulunan tasdike, ancak dil ile ikrar edilmesi halinde vakıf olunabileceği, aksi halde mü’min midir, değil midir? bilinemeyeceğinden, dünyevî ve hukûkî hükümleri tasdik edebilmek için, dil ile ikrar şart koşulmuştur. Bu esasa göre, kalbiyle gerçekten tasdik edip de, bunu diliyle ikrar etmeyenler, dünyada müslüman sayılıp dini ahkâm kendilerine uygulanmasa bile, Allah Tealâ katında mü’min sayılırlar. Dini nasslar bu görüşü daha fazla desteklemektedir: “Allah işte bunların kalbine imanı yazdı” (el-Mücadele, 58/22); “İman henüz kalblerine girmedi” (el-Hucurât, 49/14 ve en-Nahl, 16/106 gibi). İmam Ebu Mansur el-Maturîdi’nin tercihi de budur. Özellikle, İmam Ebu’l-Hasan el-Eş’ârî ile İmamu’l-Haremeyn el-Cüveynî ve İmam Fahru’d-Din er-Râzî bu görüştedirler (Ali Arslan Aydın İslâm İnançları, I, 164-165).

c) Selef Uleması ile, Hadis âlimlerinden birçoğu ise rivayete göre, İmam Mâlik, İmâm Şâfiî ve İmam Ahmet (r.a)’a göre Şer’î İman; “İkrarın bil lisan, tasdikun bil cenan ve amelün bil erkân”dır. Yani, “dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve rükünlerle amel” Fakat bu görüşe sahip olan Selef Uleması ve bazı mezhep imamları, ameli terk eden kimseleri “fâsıkâsî” saymışlarsa da, bu gibilerin imandan çıkarak kafir olacaklarına hükmetmemişlerdir. Ayrıca, abid ve zahid müslümanlara tatbik edilmekte olan dini ahkâmın, ameli terkeden fâsıklara da uygulanacağını söylemişlerdir. Nitekim tatbikatta hep böyle olagelmiştir. Bu zevata göre şer’î imanın hakîkatı iki şekilde mütâlaa edilmektedir. Biri; er geç Cennete girme imkânını sağlayan iman esasıdır ki, bu kalp ile tasdikle veya tasdikle beraber dil ile ikrar ile tahakkuk eder. Diğeri ise, müslümanı cehennemin azabından koruyan ve ebedî saadete erdiren “Kemâl-i iman”, yani imanın kâmil olmasıdır. Şüphe yoktur ki amel, yani dini emir ve esaslara uyarak yasaklardan kaçınmak, imanın kemalinden olup, onun güzel bir semeresi ve beklenen meyvesidir. Sonuç olarak, yukarıdaki tarif gerçekte, “imanın aslını ve hakikatı”nın değil, “kemâl-i iman” yani iman olgunluğunun tarifidir. Bu bakımdan, Selef ve bazı hadisçilerin görüşü, Mu’tezile ve haricilerin katı görüşleriyle ilgili olmayan makul ve makbul bir görüştür (Ali Arslan Aydın, a.g.e, I, 160-161 ve orada zikredilen ana kaynaklar).

d) Havâriç ve Mu’tezile ise Şer’î imanın; dil ile ikrar ve kalp ile tasdik şartından başka, bunları amel ile tasdik etmek olduğunu iddia etmişlerdi. Bunlara göre imanın hakikatı hem “fiil-i kalp, hem fiil-i lisan, hem de fiil-i cevârih” dir. Yani Şer’î imanın “üç rüknü” vardır. Bunlar; Resulullah’ın Allah Teâlâ’dan vahy ile telakki edip tebliğ ettiği ilâhî esasları ve şer’î hükümleri; “a) Kalp ile tasdik, b) Dil ile ile ikrar, c) Azalarla tatbik etmek”tir. O kadar ki, bu üç rükünden birine sahip bulunmayan; meselâ kalbiyle tasdik, diliyle ikrar ettiği halde, bunlarla amel etmeyen bir kimse, mümin sayılmaz. Bu şahıs, Haricîler nazarında “kafir”, Mu’tezile nazarında ise, “ne mümin ne de kafirdir”, fakat imanın hakîkatından olan bir cüz’ü, yani ameli terkettiği için “fâsık” sayılır. Bu esasa göre Mu’tezile, “günâh-ı Kebâûr” den, yani büyük günahlardan birini işleyen veya “vâcipler”den birini terkeden kimseyi mümin olarak kabul etmez. Bu gibiler için meşhur “el-Menziletü beyne’l-menzileteyn” tezini ileri sürer, bunların Cennet ile Cehennem arasında bir yerde kalacaklarını iddia eder. Bu görüşlerini isbat için bir çok nassları te’vil eder. Bu mesele, Ehl-i Sünnet’in red ve cerhettiği Mutezilenin beş ana prensibinden biridir. Hâricîlerin ki ise; siyâsî esasa dayanan, son derece kat bir iddia olup, mesnetsiz ve akl-ı selimden uzaktır.

Bu müfsit görüşün karşısında “tefrid” sayılan diğer bir iddia ise, “Kerrâmiyye” adıyla anılanların şu görüşüdür: Şer’î imanın tek bir rüknü vardır. O da “tasdik-i kavlî” denilen “dil ile ikrar” dan ibarettir. Yani kalbiyle inandığı halde, bu inancını diliyle ikrar ve izhar etmezse, kimse, “mü’min değildir ama ölünce Cennete girebilir”. Bu iddiaya göre, kalbleriyle inanmadıkları halde, diliyle inanmış gözüken münafıkların da mü’min olmaları gerekir. Halbuki bu gibilerin mü’min olmadıkları, Kur’an-ı Kerim’de açık olarak belirtilmiştir: “İnsanlardan öyleleri vardır ki; Allah’a ve ahiret gününe inandık” derler; Halbuki onlar mü’min değillerdir” (el-Bakara, 2/8, bk. İmamu’l-Harameyn el-Cüveyni, Kitabu’l-İrşad. 396, Ali Arslan Aydın, a.g.e, 158-167 ve arada kaydedilen eserler ve aykırı görüşleri reddeden deliller).

İcmali ve Tafsili İman: Ehl-i Sünnet’e göre -yukarda açıklanan- Şer’î iman iki surette teşekkül eder. İcmali veya tafsilî. Resulullah Hz. Muhammed (s.a.s.)’in tebliği ettiği dini esas ve ilâhî hükümlerin tamamına, tafsilat gözetmeden topluca inanmaya icmali iman denir. Bunun da en özlü ifadesi; “Allah’tan başka ilâh bulunmadığına ve Hz. Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna” kesin olarak inanmaktır. Bu iman, “Kelime-i Tevhid” ve “Kelime-i şehadet” diye bilinen kesin “Lâ ilâhe illallah, Muhammedu’r-Resulullah” demek ve bunu kalb ile tasdik etmekle olur. Bu, Şer’i imanın ilk mertebesi ve İslâm binasına girmenin ilk şartıdır. Çünkü bu cümlede, İslâm’ın iki ana rüknü ile bir kimsenin iman etmesi zorunlu olan dini hakîkatların esası ve özü toplu olarak vardır. Zira Allah Tealâ’nın yegane hâlık ve tek mabud; Hz. Muhammed (s.a.s)’in de Allah’ın Resulü olduğunu tasdik etmek, onun haber verdiği bütün dinî esaslara ve ilâhî hükümlere topluca inanmak demektir. Ancak, bu dinî hükümlerin tamamını tek tek hemen öğrenemeden, hepsine birden topluca iman edildiği için, bu tür imana “İcmali iman” denmiştir. Akıl ve baliğ olan (akıllı ve erginlik cağına gelen) her şahsa, “icmali iman”a sahip olmak şart ve farz ise de; mümine yarasan imanın bu ilk kademesinde ve İslâm’ın ana kapısında kalmayıp, dinin diğer iman ve ibadet esaslarını, amelî ve ahlâkî hükümlerini -gücü ve takati nisbetinde- öğrenmesi ve bunlara ayrı ayrı tafsili olarak iman etmesidir.

Tafsili İmanın Dereceleri ve İman Esasları: Tafsili imanın birinci derecesi şu üç büyük esasa inanmaktır: a) Allah Teâlâ’nın varlığına, birliğine, yegane yaratıcı ve tek Ma’bûd olduğuna, b) Hz. Muhammed (s.a.s)’ın Allah’ın kulu ve son Peygamberi olduğuna, c) Ölümden sonra dirilmenin (ba’sü ba’de’l-mevt), ahiretin ve ahiret ahvâlinin (Cennet ve nimetlerinin, Cehennem ve azabının ve oradaki diğer gerçeklerin) hak ve gerçek olduğuna yakınen inanmaktır.

Tafsili imanın ikinci derecesi; “Âmentü’de ifadesini buları altı iman esasına; Allah’a, Meleklerine, (bütün) kitaplarına, (bütün) peygamberlerine, ahiret gününe (ve ahiret ahvaline) ve kaza-kadere (hayır ve şerrin Allah’dan- O’nun yaratması ve takdiri ile olduğuna) kesin olarak inanmaktır. Bu esaslar, Kur’an-ı Kerim’de birçok ayetlerde belirtilmiştir (el-Bakara, 2/177, 285; en-Nisâ, 4/ 136). Hz. Ömer (r.a)’ın Peygamberimiz (s.a.s.)’den naklettiği meşhur “İman, İslâm ve İhsan” hakkındaki uzun hadisinde “Kaza ve Kadere iman” ayrıca zikredilmiştir. Bu hadis, -Sünen-i Ebû Dâvud hâriç- Kütübü Sitte’de mevcut olup, tevatür derecesine ulaşmıştır. Bu bakımdan bütün İslâm âlimlerince “Kaza ve Kadere İman”, iman esaslarından kabul edilmiş, Ehl-i Sünnet mezhebinin ana kitaplarında yeralmıştır.

İman Esasları: (bk. “Allah’a iman,” “Meleklere iman”, “Kitaplara iman “, “Peygamberlere iman,” “Ahirete iman” ve “Kaza-kadere iman” maddeleri).

Tafsili imanın üçüncü ve en yüksek derecesi, Resulullah Hz. Muhammed (s.a.s.)’in, Allah Teâlâ tarafından “Kitap” ve “Sünnet” ile tebliğ ettiği kesin olarak bilinen ilâhî esas ve hükümlerin tamamına ve her birine ayrı ayrı (murad-ı ilâhîye uygun olarak) iman etmektir. Daha açık bir deyimle; Allah kelâmı olduğu tevâtür yoluyla ve kesin olarak bilinen Kur’an ayetleri ile Peygamberimizin sahih hadislerinde zikredilen namaz, oruç, zekât ve hac gibi farz ibadetleri; adam öldürmek, zina etmek, içki içmek, yalan söylemek gibi haramları, hülâsa her türlü emir ve yasakları, iman. amel ve ahlâk esaslarını ve her biri ile ilgili dinî hükümleri gücü yettiğince öğrenerek bunların farz, vâcip, haram veya helâl olduklarını tasdik etmek ve hepsinin hak ve gerçek olduğuna ayrı ayrı iman etmek, İslâm’da tafsili iman derecelerinin en yükseğidir. Ancak, imanın bu derecesine ulaşabilmek, çok geniş ve etraflı bir ilim sahibi olmayı, yani aslî (itikadî) ve fer’î (fikhî amelî) bütün dinî esas ve hükümleri ayrı ayrı öğrenip, herbirine irade ve ihtiyar ile inanmayı gerektirir. Bu ise, ancak, bu nitelikte ilim ve iman sahibi olan âlimlere, din bilginlerine nasib olur. O halde tafsili imanın dereceleri, her müslümanın imkân ve yeteneklerine göre değişir. Gerçekte her şahıs, sahip olduğu ilim ve kabiliyet ile orantılı olarak mükellef ve sorumludur. Bu bakımdan, genel olarak herkes için farz kılman iman, imanın ilk derecesi sayıları “İcmali iman”dır. Zira, İslâm dairesine ancak bu ana kapıdan girilir. Ancak, bununla yetinilmeyerek, İslâm inançlarının ana unsurları olan iman esaslarını güç oranında öğrenmek, onlara tereddütsüz inanarak iman derecelerinde yükselmek her müslüman için gereklidir. Böyle olan kimseler, takvâ yollarında ilerlemiş, imanlarını kuvvetlendirmiş, olgunlaştırarak kemâle erdirmiş olurlar.

İman ile Amel Arasındaki Münasebet:

Yukarda verilen bilgilerden ve yapılan açıklamalardan anlaşıldığına göre; gerek dilciler ve gerekse Ehl-i Sünnet âlimlerinin cumhuru (büyük çoğunluğu) nazarında “imanın hakikatı”; Allah Teâlâ’nın varlığını ve birliğini (ulûhiyetini ve tevhidini), Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğini ve Allah’dan getirip tebliğ ettiklerinde sadık olduğunu kalp ile tasdikten ibarettir. Birçok ayet ve sahih hadisler, bu hükme sarahaten delâlet etmektedir. Nitekim Hak Teâlâ Kur’an-ı Kerîm’de, “iman” kelimesini daima insanların kalblerine isnat etmek suretinde ifade buyurmuştur:

a. “İşte onlar o kimselerdir ki, (Allah) imanı kalblerine yazdı” (el-Mücadele, 58/22)

b. “İman henüz kalblerinize yerleşmedi (hele bir yerleşsin)…” (el-Hucurât, 49/14).

c. “… Kalbi iman ile (dolu ve) mutmain (müsterih) olduğu halde… ” (en-Nahl, 16/106).

Peygamberimiz (s.a.s) ise; “Lâ ilâhe illallah” demesine rağmen “kâfirdir” diye bir kimseyi öldüren Üsâme’ye; “Kelime-i Tevhid’i” söylediği halde, onu niçin öldürdün?” diye sormuş, “o bu sözü, kendisini ölümden kurtarmak için söyledi” cevabını alınca: “Onun kalbini yarıp ta (imanı var mı diye) baktın mı?” buyurmuşlardır (Tirmizî, Kader, 7; İbn Mace, Mukaddime, 13; Ahmed İbn Hanbel, II, 4).

Aynı âlimlere göre “dil ile ikrar”da, yukarda belirtildiği gibi, imanın hakikatından bir cüz, ondan bir rükün olmayıp, bir kimsenin müslüman olduğunu bilmek ve ona İslâm’ın dünyevi ahkâmını tatbik edebilmek için zarurî görülen bir şarttır.

İslâmî hükümlerle amel etmek, yani inanılan dinî hükümleri bilfiil tatbik etmek ise; Ehl-i Sünnet imam ve âlimlerinin çoğunluğu nazarında, imanın hakikatına dahil değildir. Bu hususa yukarda kaydedilen delillerden başka şu muhkem ayetler açık ve kesin olarak delâlet etmektedir:

a. “Ey iman edenler; sizin üzerinize oruç (tutmak) farz kılındı” (el-Bakara, 2/183). Bu ve benzeri ayetlerde (bk. el-Bakara, 2/153, 187; Âlu İmrân 3/59; el-Enfâl, 8/20, 27; en-Nûr, 24/21; el-Ahzâb, 33/70; el-Cum’a, 62/9). Önce “iman edenler” diye hitap edilmiş, sonra müminlerin yapmaları ve yapmamaları gereken emir ve yasaklar bildirilmiştir. O halde olumlu veya olumsuz olan amel, imanın hakikatından olmayan, ayrı ve başka bir şeydir.

b. “İman eden ve iyi (salih) amel isleyen kimseleri Cennetimize koruz” (en-Nisâ, 9/57). Bu ve benzeri ayetlerde (el-Bakara, 2/227; Yunus 10/9; Hûd, 11/23; Lokman, 31/8; Fussilet 41/8; el-Buruç, 85/ 11; el-Beyyine, 98/7; el-Ankebut, 29/7, 9, 58; el-Fâtır, 35/7; eş-Şûrâ, 42/22) salih amel imana atfediliyor ki; arapça gramer kaidesince, ancak manası başka olan şeyler birbiri üzerine atfedilir. Yani âtıf işlemi, “ma’tû” ile “ma’tûfun aleyh”in başka başka manada olmasını gerektirir. O halde amel, imandan başka olup, ondan bir cüz değildir.

c. “Kim mümin olarak, iyi ve güzel amel işlerse…” (Tâhâ, 20/ 112). Bu âyet-i kerîmede amelin makbul olması, imanlı olma şartına bağlanmıştır. Meşrutun (yani amelin) şartta (yani imandan) dahil olmayacağı, bilinen kural gereğidir. O halde iman ve amel. ayrı ayrı şeylerdir.

d. “Eğer müminlerden iki zümre birbirleriyle vuruşur, cenk yaparsa, aralarını bulup onları sulh ediniz…” (el-Hucurât, 49/9). Bu ayet-i kerimede; birbiriyle cenk yapan büyük günah sahipleri “mü’min” diye anıldığına göre; iman ile haram olan adam öldürme fiilinin dahi mümin bir şahısta birlikte bulunabileceği, dolayısıyla her cins amelin imandan ayrı ayrı ve ondan başka bir unsur olduğu gayet açık olarak bildirilmektedir.

Bu ve benzeri ayet-i kerîmelerin sarahatına ilaveten, herbiri birer salih amel olan ibadetlerin Allah indinde makbul olabilmesi için, önce imanın (kalbdeki tasdikin) şart olduğunda, İslâm âlimleri arasında icma vardır. Bu bakımdan, kafirin yaptığı ibadetin bir değeri ve sevabı yoktur. Çünkü o, önce iman etmekle, sonra ibadet ve salih amelle mükelleftir. İnanmadan yapılan ibadetler, Allah katında makbul ve muteber değildir.

Yukarda zikredilen delâleti katı dinî delillere ve ulemanın icmaına binaen; amelin, imanın hakîkatından ve aslından bir rükün olmadığı açıkça anlaşılmaktadır. (Fazla bilgi için bk. Fıkh-ı Ekber, Aliyyu’l-Karî Şerhi, s. 80; Tefsîr-i Kebir, I, 249; Şerhu’l-Makâsıd, II, 187; Şerh-i Mevâkıf, c. III, s. 248).

Her ne kadar imandan bir cüz ve rükün değil ise de, ikisi arasında çok sıkı bir münasebet vardır. Çünkü ibadette ve salih amel (iyi ve güzel işler), sahibinin imanını olgunlaştırır. Allah Teâlâ’nın vadettiği ve Resulullah (s.a.s)’ın müjdelediği ebedî nimetleri ve rıza-i ilâhîyi kazandırır. O halde, kalbde bulunan iman nurunu parlatmak ve kuvvetlendirerek onu kemale erdirmek için Allah’a ibadet etmek, iyi ve salih ameller yapmak gerekir. Çünkü eseri dış hayatta ve toplumda görülmeyen bir iman, meyve vermeyen bir ağaç gibidir. Dinin de, dinin temeli olan imanın da bir hedefi ve bir gayesi vardır. Bu hedef, güzel ahlâk, insanlara faydalı olmak ve Allah’ın rızasını kazanmaktır. Allah Teâlâ’nın rızası ise, yalnız -bir kalp ve vicdan işi olan- iman ile değil; o imanın meyvesi olan ibadetle, salih amellerle ve güzel ahlâk sahibi olmakla, yani inanılan şeylerin icabını bilfiil yapmakla elde edilir. Esasen kalp ve gönül sahasından çıkmayan herhangi bir inancın, ameli ve hayatı bir kıymeti olamaz. Çünkü bu, imanı kalpte hapsetmekten ve ondan faydalanmamaktan başka bir şey değildir. Hakîki iman, insanı harekete getiren, sahibini iyiye, doğruya, salih amele götüren muharrik kuvvet olmalı; eseri hayata fiilen intikal ederek mümini ve çevresini aydınlatmalıdır. İşte bu da, inanılanı, hayatta tatbik etmekle, yani; Allah’a ibadetle, Salih amel adıyla anıları iyi ve doğru işler yapmakla ve güzel ahlâka ermekle olur. O halde, imansız olarak yapılan ibadet ve amel makbul değilse (ve nifâk alameti sayılırsa), amel ve ibadete sevketmeyen ve kalbde saklı kalan iman da kâfi değildir. Öyle ise, imanı kemâle erdirmek ve olgun bir hale getirmek için, Allah’ın emirlerine sarılmak, yasaklarından kaçınmak; yani salih amel lâzımdır. İşte ancak bu gibiler, Allah’ın rızasına ve sonsuz saadete ererler. Bunun içindir ki; amel imanın hakikatine dahil değil ise de; kemâlinden olduğunda şüphe yoktur.

ELFAZI KÜFÜR  VE ÇEŞİTLERİ

Elfâz’ın tekili olan lafız (lafz); söz, kelime ve ifade demektir. Küfür ise “kefera” fiilinden masdar olup, sözlükte; bir şeyi örtmek anlamına gelir. Kalbindeki imanını örten kimseye de bu yüzden münkir veya kâfir denilmiştir. Bir terim olarak, kişiyi küfre düşüren ve dinden çıkmasına sebep olan sözlere “elfâz-ı küfür” adı verilir.

Bir mü’mini küfre düşüren sözler dörde ayrılır. Bunlar: İstihzâ, istihfaf, istihkar ve  istinkârdır. İstihzâ, dinin esaslarından birini alaya almak; istihfâf, inanılması gereken ve zarûrât-ı diniyye denilen prensipleri küçümsemek, hafife almak; istihkar, dinle ilgili temel esasları ve dinin mukaddes saydıklarına hakaret etmek, çirkin sözler söyleyip sövmek; istinkâr ise bir İslâmî hükmü açıkça inkâr etmek veya dince mukaddes olan şeylere inanmayıp küfretmek.

Allah’ın zâtı, sıfatları, fiilleri, isimleri, emirleri, yasakları hakkında şaka yollu da olsa alay ederek küçümseyici konuşmak ve Allah’a çirkin sözler söylemek kişiyi dinden çıkarır.

“Allah ile, O’nun ayetleriyle, O’nun Rasulü ile alay mı ediyorsunuz? Boş yere özür dilemeye kalkışmayın. Siz imandan sonra küfre düştünüz.” (Tevbe: 9/65)

Küfür  şüphe, cehalet ve inkar gibi sebeplerle iman edilmesi gereken şeylere iman etmemektir. Bu konu çok teferruatlı bir konu olduğu için biz fazla detaylara girmeden kısaca ve daha mühim mevzuları zikredeceğiz. Toplamda Küfür üç çeşittir.

1-     Cehli Küfür: Kafirlerin ve cahillerin küfrü gibi.

2-     İnkari ve İnadi Küfür: Firavn ve ona benzeyenlerin küfrü gibi.

3-     Hükmi Küfür: Şeran iman edilmesi gereken şeyleri  hafife alma, bilmeden inkar etme neticesinde meydana gelen küfürdür. İşte bizim ele alacağımız küfür mevzu budur.

1- Allah Teala’ya onun sıfatlarına ve efaline taalluk eden küfür sözleri: Bir kimse Allah’ı layık olmadığı bir şey ile vasf eder veya isimleri ve emirleri ile alay ederse, sıfatların dan birini inkar ederse, ortağı, karısı, çocuğu var derse. Ona cehalet, acizlik ve noksanlık nisbet ederse, Kudüs, Kayyum ve Rahman gibi Allah’a mahsus olan isimleri mahlukata takarsa kafir olur.

Yine bir kimse yaratılmışlara ait olan bazı özellikleri Allah’a izafe ederse kafirdir. Mesela bazı insanlar bilmeden Allah’a dua ederken bizi kanadının altında saklasın ve buna benzer sözler sarf ediyorlar bunu bilmeden yapmışlarsa günah işlemişlerdir. Tövbe etmeleri gerekir. Eğer bunu bilerek yapmışlarsa kafirdir.

Bir kimse Allah bana şunu emretse yapmam derse veya falan adam benim ve Allah’ın nezdinde Yahudi gibidir derse, bütün alimlere göre kafirdir.

Hasta olan bir adam için bir kimse bu adamı Allah unutmuştur veya Allah’ın unuttuklarındandır derse kafir olur.

Bir kimse eğer ben bunu yaptıysam kafir olayım derse ve yaptığını da biliyorsa kafirdir. Çünkü küfre rıza vardır. Yine bir kimse yapmadığını bildiği halde “Allah biliyor ki bunu yaptım” derse kafirdir.

Yine bir kimse ben Allah’tan, peygamberden, kuran dan uzağım Yahudi’yim Hıristiyan’ım derse kafirdir.

2- Peygamberlere yönelik küfür sözler: Peygamberlerin Allah’ın emir ve nehiylerini bildiren kişiler olduğunu öğrendikten sonra onların her getirdiğini tasdik edip, iman etmek farzdır.

Bizim peygamberimize iman etmek demek ise şu demektir. Onun peygamberlerin sonuncusu olduğuna, şeriatının kıyamete kadar baki kalacağına iman etmektir. Peygamberimizin peygamber olduğuna inandığı halde onun son peygamber olduğuna inanmayan mümin değildir. Bir kimse peygamberlerin bazılarına inanmaz, peygamberlerden birini ayıplar veya sünnetinden birini beğenmez veya inkar ederse kafirdir.

Bir kimse peygamberimizin sünnetini, hadisi şeriflerden birini hafife alır veya mütevatir hadislerden birini reddeder veya ben böyle sözleri çok işittim diye istihza ederse kafirdir.

Bir kadınla bir erkek şahitleri olmadığı halde birbirleriyle nikahlansalar ve Allah ve Peygamberini şahit tutarım veya Allah ve Meleklerini şahit tutarım derseler kafir olurlar.

Bir kimse Rasulullah Benim kabrimle minberimin arası cennet bahçelerinden bir bahçedir buyurmuştur der de diğeri de istihfaf ederek ben orada hasırla minberden başka bir şey görmüyorum derse kafir olur.

3- Kuran-ı Kerime, namaza, zikre, ve buna benzer diğer hususlarla alakalı küfür sözler: Kuranı Kerimden bir ayeti inkar eden veya kuranı, mescidi ve dinen hürmet gösterilmesi gereken yerleri hafife alan, Kuranı Kerimden bir yeri beğenmeyen, alaya alan veya hatalıdır diyen kimse kafirdir.

Kuran-ı Kerim lafız ve manalarıyla mahluktur diyen kafirdir.

Kuranı kerimi musiki aletleriyle beraber okumak  okunurken alkışlamak ve buna benzer davranışlar da bulunmak küfürdür.

Zikirle alay eden, içki içerken, zina ederken ve haramlığı sabit olmuş bir şeyi yaparken bismillah diyen kafirdir. Zar  ve remil atarken ve küçük taşlarla fala bakarken bismillah diyen kafirdir. Haram bir şeyi yedikten ve içtikten sonra Elhamdülillah diyen kimse kafirdir. Eğer alışkanlık yaptığından  dolayı demiş ise günah işlemiştir.

Bir kimse fasık bir adama namaz kılda namazın lezzetini alasın dediğinde o da sende namaz kılma ki namazı terk etmenin tadını alasın dese kafirdir. Bir kimse kendisine namaz kıl diyene bekle ramazan gelsin de kılarız derse kafirdir. Yine namaz kıl diyen birine sen kıldın da ne oldu diyen kafirdir. Ezanı alaya alan veya bu ne biçim bir sestir veyahut da  bu çan sesidir diyen kafir olur.

Namaz, oruç, zekat, hac, gusül, cihad, öğrenme, öğretme, itaat, sabır, şükür, helal yemek, kanaat, tevekkül, kadere rıza, tevbe, ihlas, şeytane düşmanlık, kuranı delil kabul etmek, Allah için sevip ve buğz etmek, Allah’tan korkmak, doğruluk, şefkat, haya, şirk, tekzip, zina, içki, katl, rüşvet, livata, harpden kaçmak, ana-babaya eziyet, yetim malı yemek, faiz yemek. Bunların haram olduğunu  inkar eden veya şüphe eden kafirdir.

Allah’ın rahmetinden ümit kesmek, Allah’ın azabından emin olmak, yol kesmek, kumar oynamak, hırsızlık yapmak, gıybet, ihanet, harama şehvetle bakmak, israf, avret yerini açmak, nimete nankörlük, riya, cehalet, kin, gaddarlık, münafıklık, fitnecilik, heva ve hevese uymak, Kuranı Kerimi kendi kafasına göre mana ve tefsir etmek, günaha izin vermek, hayızlı karısına yaklaşmak, şehadeti gizlemek, iftira etmek, küçük günah işlemeye devam etmek, kahin ve müneccimleri tasdik etmek, adaletten uzaklaşmak, vefa ve emaneti terk etmek. Haram olduğunda icma olunan hususları inkar eden veya şüpheye düşen kimse kafirdir.

4- İlme ve Alimlere karşı söylenen küfür sözler: Alimleri hafife almak küfürdür. Bir alime alimcik demek veya fazilet erbabından birine alay  kastı ile ulvice adam demek küfürdür. Bir alimin fakihin veya fazilet sahibi birinin ağzına küfür etmek küfürdür. Böyle bir şahsın karısı icmaen üç talakla  boş olur.

Bir kimse birine ciddi veya şaka olarak ilim mclisine gitme gidersen karın senden boş ve sana haram olur derse kafir olur. Kahrolsun şeriat diyen kafirdir. Bir adam din alimlerine filan kimselerin hocaları safsata  ve hikayeler öğretiyor veya dediklerinin hepsi boş, yalan derse kafir olur.

5- Değişik mevzular da küfür sözleri: iman ziyadeleşir ve noksanlaşır diyen kimse kafir olur. Sen Müslüman değimlisin?     Diye soran kimseye hayır diye cevap veren kafirdir. İçkiyi çok seviyorum onsuz yapamıyorum diyen için kafirdir denilmiştir. Çünkü haramlığı kesin olan bir şeyi helal görmüştür.

Zulmün, zinanın, haksız yere adam öldürmenin haram olmamış olmasını temenni etmek küfürdür.  Bir kimse haram bir maldan bir fakire tasadduk eder de bundan sevap umarsa kafir olur.  Bir kimse bir müslümanın ağzına küfür ederse kafir olur. Karısı da boş olur. Yemeğe cima kelimesiyle söven kimse kafirdir.

Bela ve musibetler de daha ne yapacaksın yaptığın ne kaldı ki  diyen kimse kafirdir. Bir kimse bir günah işlese biri de ona tövbe et dese öbürüde ne yaptım ki tövbe ede cem dese kafirdir. Yabancı bir kadını öptükten sonra bu helaldir diyen kafir olur. Yahudi, Hıristiyan veya Mecusilere benzemek kastıyla giydikleri elbiseleri giyinmek küfürdür.

Bir kimse diğerine sana ve Müslümanlığa lanet olsun derse kafiridir. Bir kimse ezan okuyan birine yalan söylüyorsun derse kafir olur.  İçkinin haram oluşu kuran da sabit değildir diyen kafir olur. Sarhoşlu veren bir şeyi içmeyi helal gören kafir olur.

Bir kimse birinin gelişi veya buna benzer hallerde kurban keserse kafir olur. Güzel bir Hıristiyan kızı gördüğünde keşke Hıristiyan olsaydım da  şu kızı alsaydım diyen kafir olur. Bir kimse dünya da ekmek lazım ahirette ne olursa olsun derse kafir olur. Bir kimse birsi için Allah bunu niye yarattı sanki derse kafirdir.

Ahirete yönelik Küfür sözler: Bir kimse Kıyameti, Cennet ve Cehennemin varlığını, amellerin tartılmasını, sıratı, hesabı, insanların amel defterlerini, Şefaatı, inkar ederse kafirdir. Çünkü bu konuyla  alakalı Kitap, Sünnet ve icma vakidir.

Zorla küfür sözlerini söylemek: Bir kimse küfür sözleri söylemek zorunda kalırda kalbi imanla dolu olduğu halde o sözleri söylerse hiçbir şey lazım gelmez.

Küfür sözlerin hükümleri ve kaideleri

1-              Küfre götürdüğü hususunda ittifak edilen lafızları söyleyenlerin amellerinin heder olduğu icma ile sabittir. Mesela  Mürted bunlardandır. Yeniden iman ettiğinde daha önce hac yapmış ise haccı iade eder.

2-              Küfür olduğunda ihtilaf edilen sözleri söylemek tecdidi nikah (yani nikahı yenilemek)  yapması, tövbe etmesi ve bu lafızdan dönmesi emredilir.

3-              Hata ile söylenen elfazı küfür küfre götürmez. söyleyen mümindir. Tecdidi  nikah ile emir olunmaz ancak tövbe ve istiğfar etmesi gerekir. Birinci ve ikinci maddelerde zikri geçen elfazı küfrün bahsettiği meselelerden biri de erkeğin tecdidi nikah ile emir olunması idi. Acaba kadınlardan böyle lafız sudur ederse durum ne olacak? Alimlerin çoğunluğuna göre kadın da tecdidi nikahla emir olunur. Bir kimse elfazı küfürden birini söylerse bakılır. O lafız bir çok yönlerinden küfrü icap ettirmesine rağmen, bir ciheti ile küfrü icap ettirmiyorsa, o kimsenin küfrüne kail olunmaz. Bu Müslümanlara kolaylık olması içindir.

Daha geniş bilgi için Akaid-İtikad eserlerine müracaat edilsin.

Etiketler:

Malasef Yorumlar Kapalı.